28 Aralık 2015 Pazartesi

Duyu

Mevsimler şarkı söyler duyamazsın
Martılar seni konuşur bilemezsin
Rüzgar tenini okşar hissedemezsin
Bulutlar seni çizer göremezsin
Soğuk, nefesini keser bekleyemezsin
Uyku seni ister incitemezsin
Eski zamanlardaki gibi keşfedemezsin
Korku seni bağlar sevemezsin,
Sen bu şiiri bitiremezsin...


Yakın dostum Simge için...

18 Kasım 2015 Çarşamba

Dalga

Boğuluyorum... Yine yakınlardaki eski kömür fabrikasından yükselen is dumanı rüzgarla birlikte tek göz hücreye dolmuş, ciğerlerime işliyor ve doğduğum andan beri mahkum olduğum sebepsiz iç sıkıntısını hatırlatıyordu.
Durum değerlendirmesi için düz beton duvara özenle açılmış havalandırma deliğine gözümü dayayıp dışarıyı dikizliyor az da olsa ilerideki küs grisi bulutlara ulaşabiliyorum ama ne kadar, bu ne kadar sürebilir ki. Çok fazla kesmeme izin vermeden sert ekim rüzgarı, ıslığı eşliğinde gözümü ısırıyor. İrkiliyorum...
Geriye çekilmem ile birlikte hayallerimin taşıdığı deniz suyunun kokusuyla kendimden geçiyorum. Hücreme dolmaya başlayan köpüklü sudan rahatsız olmuyor tam tersine baştan çıkarışından keyif alıyorum. Ayaklarımı yavaşça sert ve soğuk deniz kumunun içine gömüp, altı metrekarelik bu dipsiz kuyunun içinde şimdi kendi çabalarımla doğrulmaya çalışıyor ve güç bela yarattığım dünyamda gerçekliği doya doya içime çekmek istiyorum. Beni mahkum eden insan yapımı dökme betonların ardındaki plajı gitmeden görebiliyorum, duyabiliyorum ve kokusunu alabiliyorum. O son dalganın gelip yatağımı benden alışını izlerken duyduğum büyük gümbürtülerin kaynağının kumsalın bitimindeki sarp kayalara çarpan güçlü dalgalar olduğunu anlıyor ve korkuyorum. Üstümdeki paçavrayı benden çalmak isteyen ayaza direniyorum ama başlarda ağırdan alan bu şiddetli üşümeye karşı koyamıyorum. Bir şeylerin ters gitmeye başladığını anlamak bu dünyanın mimarı olan birisi için çokta zor olmamalı. Yerin tüm katmanlarını eritip hayal gücümün sınırlarına ulaşıncaya kadar düşüyor ardından sıçrıyorum ama nafile, sırtımda hissettiğim buz gibi zemin dışında tüm algılarım kapalı. Yalnızca oracıkta yatabilirdim ve yatıyorum...
Keskin is kokusu yavaş yavaş kendime geldiğimin ilk işareti olduğu gibi şiddetli baş ağrımın da olağan şüphelisi. Alev alev yanan şakaklarımı sakinleştirmek için kafamı yatağın üstünden soğuk duvara dayıyor bir sonraki bağlanmayı ne zaman geleceğini bilmeden beklemeye başlıyorum. Burada zamandan bol bir şey yok. Önceki yaşamımda üstüme bir yük olarak doğuştan verilen toplum mühendisliği rolünü üstlendiğimden kaynaklı -çok şükür ki mesleğimin doruklarına oynuyorum burada-, başka insanlarla çarçur ettiğim onca zamanı, bir başıma kaldığım bu hücrede insanın zaten kendisinde olan yetileri üzerine ustalaşmaya harcadım. Yıllar geçtikçe ve sizin bildiğiniz ben tükendikçe, asıl olan sizin bilmediğiniz, bilemediğiniz ve asla bilemeyeceğiniz benliğimi yanıma alıp dört duvar arasında var olmayı sürdürerek duymadığım sesleri duydum, tatmadığım zevkleri tattım, görmediğim renkleri gördüm ve düşündüm.
Pekala parasını kazanamadığım, üretemediğim, gelecek nesillere aktaramadığım düşüncelerimin ne önemi vardı ki? Bunların fazla dünyalı istekler olduğunun farkındayım ve benim farklı bir dünyanın insanı olduğumu... Hala geçmiş yaşama dönük izler, hem de tüm bu sindirici hapis hayatıma rağmen. Aynı her sabah yaptığım gibi gözümü o ufak deliğin ilerisinde hevesimi henüz alamadığım toz pembesi hayata ulaşmaya çalışmak gibi. Ah o tavşan deliğini bir geçebilsem...
Fırtına patlak verecek mi yoksa gelip geçici mi diye beklerken, koridordan ilerleyip çelik hücre kapımın altındaki o dar boşluktan gelen buz gibi havanın ayaklarımı kesmesiyle yataktan çıkmanın kötü bir fikir olduğunu anlayıp vazgeçiyor, kapanmaya niyetliler mi diye yokladığım gözlerimden net bir yanıt alamıyorum. İnce sıvası yaralanmış küf tavana bakıp gece vakti düşünülenleri sıralıyorum. Gördüklerimi anlamak? Rüyalarımda kaçıp saklanamıyorum, bilmiyorum. Hatta "gördüklerimin" rüya olduğunu umut ediyor ve öyle istiyorum. Aslında nöbetlerimde gördüğüm kendi bilinçaltımdan başkası değil, ama verdiği duygu müthiş. Sadece hükümlülüğü yaşanır kılmak ve yorgunluğumu alıp götürmekte kalmıyor. Hayır, bu benim içimi temizliyor, bugüne kadar yaptığım bütün hatalarından arındırıyor. Yüreğimdeki bütün acıları yok eden, beni yenileyen, gençleştiren ve bana gücün de ötesinde yaşama arzusu bahşeden bir terapi. Dışarıdaki dünyaya o kadar çok inanıyordum ki, yanında olmayı o kadar çok arzu etmiştim ki, sonunda görmeyi başardım. Duygularımın bu kadar kolay tatmin edilebiliyor olması beni sarsmalı mı? Yoksa duygularım sandığım kadar özel değil mi? Bunların hiçbirinin önemi yok. Hepsi benim kafamda, uyumak için yastığa dayandığımda sesimi taklit edende. Gerçi etrafları tarafından yanlış anlaşılıp, haklarında daima isabetsiz yargılar verilen benim gibi insanların zamanla bu duruma alışmaları bir tarafa, karşı inatla kendini hissettiren gurur ve acının taklidi olabilir bu iç ses.
Ah insanlık... Onlar kendi küçük dünyalarında uyuklarken beni öldürdüler ama bilemediler ki ölülerin erdemi yalnızca kendiyle beslenir. Onlara bir teşekkür olarak şimdi düşünüyorum, tüm insanlık adına fazlasıyla düşünüyorum.

Yarım kalmış bir hikayeyi taslak halinde tutmaktansa yayınlamayı tercih ettim. Sürekli olarak eklemeler yapmaya devam edeceğim.

15 Eylül 2015 Salı

Sen

Kaybolduğumuz o Üsküp gecesini,
Yüzündeki o tatlı endişeyi,
Gözlerindeki o parlamayı,
Bana olan sarsılmaz güvenini,
Unutma...

Bir gün İstanbul'da da kaybolabilelim diye
Her gün seni arıyorum,
Bu şehrin cadde ve sokaklarında
Defalarca...

Karşıdan gelen her çift göze bakıyorum
Belki seninkilerdir diye.
Arkamdan gelen her adımlamayı dinliyorum
Belki seninkilerdir diye.
Gidiyorum...

Sesinin ahengini beklerken eridim
Bedeninin nazikliğini ararken yitirdim
Kokunun naifliğini hatırlarken çekildim
Sensizliğin acısını tadarken tükendim.


27 Temmuz 2015 Pazartesi

İstanbullu

Bu gece İstanbul'u dinledim...
Gözlerim açık ve kuru, ay alçak ve turuncu,
Şehir sessiz ve ışıklı, boğaz durgun ve karanlık,
Gökyüzü yıldızsız ve açık... 

Bu gece İstanbul'da yürüdüm...
Sokaklar boş ve dipsiz, kaldırımlar bozuk ve yalnız,
Evler kimsesiz ve kapalı, taksiler boş ve hızlı,
Adımlarım telaşlı ve heyecanlı...

Bu gece İstanbul'da içtim...
İnsanı bulanık ve yabancı, eller ıslak ve küçük,
Şafağı soğuk ve serin, nefesim keskin ve acı,
Sesim kalın ve şuursuz...

Bu sabah İstanbul'da uyandım...
Martılar özgür ve güçlü, kulaklarım hoş ve dingin,
Yastık puslu ve kirli, ağaçlar çıplak ve eski,
Güneş sıcak ve umutlu...
Ama sen, yoksun...



10 Mayıs 2015 Pazar

Aleksandr Soljenitsin - İvan Denisoviç'in Bir Günü

Yayımlandığı döneme şekil vermiş, büyük değişimler yaratmış olan ender eserlerden birisidir İvan Denisoviç'in Bir Günü. İkinci Dünya Savaşı sonrası gücünün zirvesinde olan Sovyetler Birliği'nde ki baskıcı rejimi, dünyaya kapalı olan bu toplumdaki acıları ve zulmü tüm gerçekliğiyle dış dünyaya yansıtan ilk edebi eser olarak tarihte ki yerini koruyor. Aleksandr Soljenitsin 1962'de bu kitabı yazarak bedensel olmasa bile zihinsel anlamda adeta tüm zincirleri kırmış ve kimsenin o güne kadar söylemeye cesaret edemediği gerçekleri gün yüzüne çıkarmış. Kendisinin de bu acı ve zulüm dolu sürecin merkezinde olması, olayları birebir yaşamış olması bana kalırsa onu cesaretlendiren en büyük etkenlerden biridir. Kirli, soğuk ve adaletsiz bu düzene baş kaldırmak isteyenlere önderlik etmiş. İnsanlık dışı Komünist sistemin sonunun hazırlaması açısından verdiği eserler tarih boyunca çok önemli bulunmuş hatta ona Nobel Edebiyat Ödülü olarak geri dönmüştür.


Hikaye malumunuz Rusya'da geçtiğinden kapağı açıp okumaya başladığınız ilk andan ta ki bitime kadar o soğuk ayazı adeta iliklerinize kadar hissediyorsunuz. İvan Denisoviç her soğuktan yakarışında bir titreme geliyor. Tipinin daimi olduğu bu verimsiz otlakların tam ortasında bir çalışma kampı ve savaş suçlusu oldukları iddiasıyla yıllar boyu tutsak tutulan, fiziksel olduğu kadar da psikolojik eziyet gören ve sadece tek bir ihtimali olan insanların direniş hikayesi bu. Bir bütün olarak hikaye tek gün içerinde geçse de size kısa olduğu izlenimi vermiyor tam tersine yazar, olayları ve durumları o kadar iyi yedirmiş ki kitaba, adeta bir ömür gibi geliyor. Yani okurken İvan'ın bir gününü değilmiş de sanki tüm hayatını okuyormuşsunuz gibi oluyor. Zaten adamımızın ömrünün neredeyse yarısı bu kamplarda geçip gitmiş. Onun için belki sıradan bir gün gibiydi ama biz okurlar için bu hayat çok yabancı. Ne kadar olayların merkezinde olursak olalım yazar kendimizi İvan'a ne kadar yakınlaştırmaya çalışırsa çalışsın rahat koltuğunuzda sıcak yuvanızda olduğunuzdan hep bir şeyler eksik kalıyor gibi. İvan'a olan yakınlık demişken kendisi hakkında bahsetmeden geçemeyeceğim bir nokta var ki ana karakter olarak gerçekten çok güçlü birisi. Tüm anlatıyı onun gözünden ve bakış açısından takip ediyoruz. Özellikle değindiği veya takıldığı noktaların ilginçliği bazen size açıklamalar yapmak zorunda hissetmesi gibi mükemmel detaylar katılmış işin içine. Zaten çok geçmeden onu benimsiyor ve anlattığı olaylardan kendinize yaşanmışlıklar çıkarıyorsunuz yani bir manada İvan Denisoviç oluyorsunuz. Aslında farklı biri değil o da sizden biri, senin gibi biri.


Yan karakterlerinde yadsınamaz derecede önemi var. Hepsini İvan'ın tanıyabildiği kadar tanıyoruz, onun ön yargılarının doğrultusundan ileriye gidemiyoruz. Yazar, bu yardımcı karakterlerin her birine sanki baskın birer özellik yüklemiş gibi adeta. Kibir, korku, endişe... Şimdi isimlerini saysanız size hangisinin hangi yargıyı temsil ettiğini tek tek söyleyebilirim. Bu tarz baskın yan roller ana hikayeye çeşitlilik katmış, renk olmuşlar. Ruhsal kişilikler bir yana karakterlerin çevre ile olan etkileşimleri bolca kullanılmış. Bunda tabi ki yazarın kusursuza yakın betimleme ve tasvir yöntemlerinin de payı büyük. 

Son olarak toparlamak gerekirse, hayal kırıklığına uğradığım tek nokta hikayenin sonu oldu. Sıradan bir günün bitebileceği gibi bitti. Zaten tüm süreç boyunca okuru apışık bırakacak pek olay yaşanmamasından ötürü doğal olarak finale olan beklentiniz artıyor ve böyle durgun sonlanması bende hayal kırılığı yarattı açıkçası. Mesaj kaygısı içermeyen, okuru dumur edecek bir finalin olmaması yazarın tercihidir sonuçta tabi. Bu husus dışında keyifli bir tat bıraktı bende İvan Denisoviç'in Bir Günü. Sıkmadan, yıldırmadan okutmayı başardı kendini.

17 Mart 2015 Salı

Bir Mahlasın Hikayesi

Nedir bu Bay Olympus? Gelin beraber cevaplayalım.

Bundan yaklaşık dört yıl önce henüz ergenliğin erken dönemlerinde yaşadığım büyük epifaniler sonucunda adeta yeniden yaratılış sürecine girdim ve sonunda şu an olduğum yerdeyim. Beynimi baştan çıkaran bu dört yıllık süreçte kendi kendimi inşa ettim. Şahsım adına yaptığım en büyük keşif yeni bir kendini ifade etme yolu oldu. Sessiz hissettiğim zamanları bozacak ve telafi edecek bir keşif. Belki de ilerideki hayatımı kurmada kolaylık sağlayacak bir olay. Sıradan istekleri olan basit bir insanın isteyeceği gibi iyi bir kariyer ve itibar için yazmak.

İşin insani boyutları bir yana o zamanlar internette dolaşmak için bolca vakit bulduğumda kağıttan okumak yerine ekrandan okumayı tercih ettim. Daha önce hiç okunmamış, tanınmamış amatör yazarları keşfettim sözlüklerde. Onlara şans tanıdım ve devam ettim. Sonrasında tüm bu yazdıklarıma ilham olacak denemeleri, hikayeleri amatör yazarların klavyelerinden okudum. Tüm bunlar olağanüstü şeyler değildi belki ama bizden uzak değildi. Duygularını ve gözlemlerini iyi yansıtan beyinleri okuduğumda kendi çırpınışlarımı gördüm. Onlar kendilerini ifade etmekten de öte kişilikleri üzerinden benliğimize açık çağrışımlarda bulunan binlerce uyarı yollayan nöronlar gibiydi. Anlattıkları ben, sen, o. Kendimi çok yakın hissettim ve bu kuvvetli dürtüyü kendi üzerinden neden hayata geçirmeyeyim ki dedim. Hayatta tutkuyla yapacağım belkide bir hobi hatta daha da fazlası.




Diğerlerinde olduğu gibi bu işte de önemli olan etkenlerden birisi isim yapmak bir sembol olmak. Akılda kalıcılığı ve hatırlanır olmayı sağlamak. İşte burada devreye mahlas giriyor. Kendi isminiz altında yazmak da elbet bir seçenek ama ben bu şekilde hatırlanmak istemem. Arkasına sığınabileceğim, az da olsa kendimi gizleyecek bir mahlasa ihtiyacım vardı. Hem de bu şekilde insanlara kendi yazılarımı daha kolay satabilir aktarabilirdim. Aynı zamanda blog için bir isim teşkil edecekti. Ve başladım. Düşünmeye başladım.  Belki üç hafta hatta daha da fazla olabilir. Hem beni çok iyi tasvir etmeli hem de ileride hiçbir şekilde pişmanlık duymayacağım bir mahlas. Beni iyi tanıyan bilen dostlarımdan da aldığım öneriler sayesinde doğdu Bay Olympus. "Olympus" kısmı Zeus'un diğer bir ismi olan Lord of Olympus'dan gelmektedir. Kendisi aynı zamanda eskiden en çok oynadığım Dota karakteridir. Yunan mitolojisine göre tanrıların kralı olmasının hatta en güçlü tanrı olarak bilinmesinin de burada yadsınamaz önemi var. Artık Bay Olympus benim bir parçam hatta bazen onun ta kendisiyim. Kimi zaman işler öyle ciddiye biniyor ki kendi kendime bir alter ego yarattığımı düşünür oluyorum. Sonuçta beni yazdıklarım sayesinde tanıyan insanlar Aykut Aksoy olarak değil Bay Olympus olarak bilecek ve hatırlayacak.

Ben ki tüm Olimpos'un hükümdarı Zeus'un gücünün ve kudretinin yeryüzündeki gölgesiyim.

29 Ocak 2015 Perşembe

Yazarlık Üzerine

Öncelikle şu soruya cevap vermeli. İnsanı yazı yazmaya iten nedir? Alışkanlıkları mı? Yoksa ihtiyaç hissettiği için mi yazıyor? Yazar olmanın kıstası nedir veya yazar gibi hissetmeye iten?

Bana "Nefes alma, düşünme, yürüme!" diyebilir misiniz? Bu bir çeşit hastalık sanırım. Yolda yürürken, uykuya dalmadan önce, televizyona dalmışken her an düşünmek. Bir sonraki yazıda ne yazacağını, hangi konudan bahsedeceğini düşünmek. Hayatı normal olarak sürdürebilmek mümkün değil artık. Durum ve olaylar için yaşamak. Her an her yerde gözlem yapmaya çalışmak. Bu kısa hayatımda daha önce hiç bu noktaya gelmemiştim. Yaşanmışlıklar olsun diye, anılar biriksin diye nefes almak. Zaten yaşamını buna adadıktan sonra hayat gelip ensenizden sizi yakalıyor ve bir şekilde olayların ve durumların içine sürüklüyor. En basit olaylardan koca bir dünya yaratmaya çalışmak. Tavşan deliğini çoktan geçtim. Artık kendi romanımın içinde harflere tutunarak yaşlanan ana karakterim. Ve bu ana karakteri maceralara sürüklemek benim görevim. O halde kendimi, doğayı, toplumu, insanları, ölümü anlatmadan yaşayabilir miyim?


Her biri bir yana savrulan yüzlerce yaşanmışlık vardı içimde. Birleşip doğru düzgün anılar haline gelip yazılmayı bekleyen yaşanmışlıklar. Bu anılar yavaş yavaş kelimelere dönüştü. Sonra içimdeki sözcükleri bir yere dökme zorunluluğu hissettim. Yüreğimde dökülmesi gereken binlerce kelime taşıyor gibiydim. Ağırlığını taşıyamadığım bu sözcükler dizelere, paragraflara dönüştü. Kimi zaman bir şiir bazense deneme. Sonuçta ifade edebildim benliğimi. Artık rahata kavuştum. Ben burada yaşıyorum, bu blogun sessiz sakin sayfalarında. Yazılarımda kendimi okuyorum, okuyorsun. Başlıkların arkasında saklanıyorum. Dışa vurumlarımı yansıtıyorum. Bu gönderilere döküyorum aklımı. Beni diğerlerinden ayıran, özel kılan lütufun yazmak olduğunu biliyorum. İnanmak başarmanın yarısıysa eğer inanıyorum. Çıraklıktan kalfalığa yükseldiğimi ilan ediyor ve bu kademeyi kendime lütfediyorum.


Başlangıçta sorduğum soruları cevaplandırdığımı düşünüyorum. Artık mesaj kaygısı taşımadan bu yazıyı asıl yazma nedenimden bahsedeceğim. Geçmiş süreçte amaçladığım ve tamamladığım nehir şiir projesini bitirdiğim için mutluyum. Arşivden mevcut şiirlerin hepsini sırayla okuyabilirsiniz. 2015 ilk çeyreği için de bir plan hazırladım. Bu planda daha önce yapmak istediğim hatta yazmaya başladığım ancak kendimi hazır hissetmediğim için bitiremediğim film incelemesi var. Muhtemelen sil baştan yeniden yazacağım. Onun haricinde ilk kitap eleştirisi girişimimi başlatacağım. Yüksek bir ihtimalle Aleksandr Soljenitsin 'İvan Denisoviç'in Bir Günü' kitabı hakkında yazacağım. Son olarak ise eğer zamanım yeterli olursa edebi nitelikte ilk eserim olacak olan hikaye dizisine başlayacağım. Ama bu büyük ihtimalle daha ileri bir tarihe sarkabilir. Bundan sonra yapmak istediklerimi bu tarz kısa yazılarla önceden belirtmeyi düşünüyorum. Bu sayede yapacak olduklarım bir çeşit teminat altına alınacak. Şayet yapmazsam ben o sıkıntıyla çok dayanamam illaki geçte olsa bitiririm. Verdiğim sözleri tutamadığımda büyük acılar çektim ve çekiyorum.
En yakın zamanda yeniden burada olacağım.