11 Kasım 2017 Cumartesi

Mafyatik Bir İç Muhakeme - Once Upon a Time in America

“Bir Zamanlar Amerika’da”, kendisini dünyaya kanıtlamış sinemacılardan Sergio Leone’nin yazıp yönettiği, ustalık dönemi eserlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Eser, üstünden geçen onca yıldan sonra artık “kült” olarak sınıflandırılır halde.

New York’un varoşlarında büyüyen bir grup arkadaşın suç dünyasında yükselişini anlatan ama daha çok dostluklarından dem vuran film, ilk olarak alışılagelmişin dışında olan dört saate yakın uzunluğuyla dikkat çekiyor. İzlemeden önce göz korkutan bu sürenin, film sizi içine çektikçe ne kadar da belirginsizleştiğini hissediyorsunuz. Bunda, sizi canlı tutmaya zorlayan kurgusunun önemi çok büyük. Yaptığı uzun flashbackler sayesinde Sergio Leone, hikayeyi farklı zaman dilimlerinde işleyerek, son sahneye gelene dek geçmişi sürekli aklınızda tutmanızı istiyor.


İçeriğine geçmeden önce müziklerinden de bahsetmeden olmaz. Sahnelere kattığı ruh açısından son derece önemli yerlerde kullanılmışlar. Özellikle çocukluk zamanlarında geçen sahnelerde yarattığı rahatlama hissiyle veya daha ileri zamanlarda gerilimi arttırması açısından kullanımı çok yerinde olmuş. Atlanılmaması gereken bir detay var ki Noodles’in New York’a dönüşünden sonraki gittiği mezarlık ziyaretinde mezarın kapısını açmaya başlamasıyla çalan müzik ve Noodles’in etrafına, müziğin kaynağını ararmışcasına bakması beni bir süre olsun şaşırttı. Çekim dışarıdan devam ederken mezarın kapısının kapanmasıyla birlikte müziğin de kesilmesi, bilerek yapılmış bir hamle olmalı ki müziğin filmin bir parçası olması istenmiş ve çok iyi yedirilmiş. Cockeye’nin aynı müziği flütle çalıyor olması da bu tezi destekler nitelikte.

Noodles’in Max ile tanışması ona en büyük dostluğu kazandırdığı gibi mafyalığa adım atmasında da öncü oluyor. Film asıl bu süreçten sonra başlıyor ve yönetmen her seferinde bu dostluğu daha da pekiştirmek için çaba sarf ediyor. Noodles’ın Deborah ile olan daha ilk konuşmasında ona Tevrat’tan okuduğu bölüm aşklarının imkansızlığını anlatırken yine Max’ın onu çağırması sonucu arada kaldığı ve Deborah’ın “your mother’s calling…” sözünün yine benzer başka bir sahnede de kullanılmasıyla bu imkansızlığı adeta gözümüze ısrarla sokuyor. Dostluk ve aşk arasındaki bu kıstırılma hissi iki seferde de Noodles’i Max’ın yanına gitmekten alıkoymaması dikkat çekici. Yine Dominic’in vurulup öldüğü sahnede de onun intikamını alma hissinin, işleyeceği suçun büyüklüğünü örttüğünü ve düşünmeden saldırdığını görüyoruz. Bunun gibi daha pek çok sahne izleyiciyi büyük sona yani ihanete hazırlamak için önayak oluyor gibi. Yönetmen, Max’ın büyük banka soygunundaki doyumsuzluğunu anlatabilmek için tüm karakterleri onu durdurmakla görevlendiriyor. Hatta Noodles kendini de riske atarak polise tüyo verip onu kurtarmayı deniyor ancak bu da Max’in açgözlülüğünü durdurmaya yetmiyor. Sonuçta Max, sadece Noodles’e değil tüm gruba ihanet etmiş oluyor. Bunun, sonradan gelen zenginliğin insanlar üzerinde ne etki yaratabileceğini göstermesi açısından çok değerli buldum. Ve tabii bu konuda gerçek bir yargıya varmak için karakterlerin kişilerine bakmak daha kesin sonuç verir. Mesela Cockeye ve Patsy filme çok fazla etki yapamadan sadece Max’ın tüm çeteyi manipüle etmesinin kurbanı oluyorlar. Bu durumda her “sonradan görme” kişiyi açgözlü olarak sayamayız.


Finalde Max, Noodles’in sahip olamadığı her şeye sahip olduğunu kanıtlamak istercesine onunla yüzleşmek istiyor ama aynı sekansta süper egosunun da devreye girip kendini öldürtmeyi planladığını, bunun için de parayı kullandığını ve vicdanen rahatlama ihtiyacı duyduğunu görüyoruz. Ama maalesef Noodles, Max’a yardımcı olmuyor ve onu öldürmemeyi seçerek cezaların en büyüğünü veriyor. Noodles’in binadan çıkıp yürümeye başladığı sahnede Max’ın çöp kamyonunun arkasından geldiğini görüyoruz ancak içine atlayıp atlayamadığını ne biz ne de Noodles göremiyor. Burası biraz izleyenlerin yorumuna bırakılmış. Fakat bu sahne, bilinç çatışmasından bir kaçışın olmadığının tasviri olması açısından son derece acı bir örnek olarak önümüze sunulmuş.

Atlanamayacak bir detay var daha var ki kurgu yeniden Noodles’ın Çin tiyatrosunda afyon çektiği sahneye döndüğünde gülümsemesiyle birlikte jeneriğin girmesi, tüm bu yaşananların rüya olup olamayacağı konusunda bir ikileme sokuyor izleyiciyi ve açılış sahnesindeki telefon sesinin uzunca çalmasından sonra irkilerek uyanmasını da aklımıza getirdiğimizde bu konuyla ilgili kafamızda çokça soru işareti kalmasına sebebiyet veriyor.

Filmde, basın tarafından masum gösterilen sendikaların dahi işlerini halledebilmek için mafyayı kullanması Amerika’daki sosyal bozulmalara dair göndermeler olarak göze çarpıyor. Yine aynı olayda iki farklı gazetenin iki farklı şekilde olayı yorumlamasına ufak da olsa yer ayrılmış.


Özel olarak bahsedilmesi gereken bir başka karakter ise Peggy. Kendisi bu filme cinsel bir obje olması için bilerek konumlandırılmış. Sözde Deborah’a olan aşkıyla bildiğimiz Noodles bile onun için yanıp tutuşuyor. İnsanın gerektiğinde temel dürtülerini halletmekte en kısa yola nasıl yöneldiğini gözler önüne seriyor. Hatta Patsy’nin ona vizite amacıyla götürdüğü pastayı, beklemeye dayanamayıp yemesi aynı olayın başka bir açısı. Yemekteki tatmin duygusuyla cinsel hazzın aynı merkezde olduğu ve benzer prensiplerle çalıştığını göstermesi açısından önemli. Pek çok yerde rahatsız edicilik yaratsa bile anlatım açısından cinsellik sıkça kullanılmış. Bunun en cesur hali yönetmenin, zorba bir tecavüz ile mağduru tarafından istenerek yapılmış bir tecavüzü aynı filmde göstermiş olmasıdır. Kuyumcu soygunundaki kadının (daha sonrasında Max’ın sevgilisi olacak olan) bilerek aşağılanmayı ve kendisine vurulmasını istemesi üzerine Noodles’ın soğukkanlılıkla bunu kabul etmesi, sonuçta iki tarafında rahatsızlık hissetmediği bu sahnede hem izleyecilerin hem de karakterlerin ahlaki sorgulamasına başvuruluyor. Aynı Noodles, Deborah’a ulaşamayacağını anladığı anda ona son kez sahip olma kafasıyla soğukkanlılıkla tecavüz ediyor. Burada bir neden sonuç bağlamı kurulabileceği gibi Noodles’in tecavüz eylemini kafasında normalleştirmesinin nasıl gerçekleştiğini de öğrenmek için yeterli bence. Bir başka sahnede Max, sevgilisinin onun işlerinin önünde bir engel teşkil etmediğini ekibine kanıtlayabilmek için en ağır şekilde hakaret edip bağırmayı kadınlara hitabet etmede bir yol olarak görüyor. Noodles’ın sevgilisinin, karşı mafya tarafından acımasızca öldürülmesi gibi sahneler de, zaten filmde sayıları az olan kadınların daha ne kadar karşı cins tarafından ezileceğini düşündürmüyor değil. Cinsiyetçi hakimiyeti normal olarak karşılayan bir toplum resmi çiziyor Sergio Leone.

Son olarak ağırlıklı olarak Yahudilerin oturduğu bir çevrede geçen film mekansal olarak da iyi şekilde desteklenmiş. 30’ların ve 60’ların Brooklyn varoşlarında orada olma hissiyatını izleyiciye yaşatabilmesi açısından önemli.

Dipnot: O eski halinden eser yok şimdi :)